Hangi bilimi? Sağlık sistemine konuyla alakasız olduğundan hiç girmeyeceğim. Tarım hakkında daha düne kadar "karşı gelinemez bilimsel gerçekler" olarak pazarlanan ama sonra bilinçli bir grubun kamuoyu oluşturması sonucunda uygulanmasına son verilmiş çok örnek vardır. Mesela, 1940'te bilim adamları devrim olarak niteledikleri piyasa koşullanına uygun şekilde DDT'yi üretti ve şirketler hemen böcekleri, özellikle sivrisineklerin kökünü kurutacak böylelikle salgın hastalıkların sonunu getirecek mucize olarak bütün dünyada pazarladılar. Fakat Amerika'da bir grup çevreci DDT'nin kuşlara ve balıklara zarar verdiğini ortaya çıkarıp yasaklanması yönüne kampanya yaptılar ki o zaman medya kuruluşları eliyle bunlar "insanlığın düşmanları, bilimsel gelişmeye karşıt" kimseler olarak itibar suikastine uğradılar. Fakat baskılar sonuç verdi ve DDT 1970'te ABD'de ve Avrupa'da yasaklandı. Diğer ülkelerde ise çok daha sonraki yıllarda kullanımı ve satılması yasaklandı. Türkiye'de 90'lı yılların başında hâlâ kullanılıyordu. Tabi geçen bunca zaman aralığında "bilimsel veriler ve gerçeklerin ışığında insanlığa hizmet" amacındaki büyük şirketler, bunların boyunduğundaki hükümet yetkilileri kasalarını doldurmuş oldu. Buna benzer sayılamayacak çok örnek vardır.
Tohum meselesi ise bambaşka bir boyut kazanmış durumda. Karidesten bir gen ve deniz yosunundan başka bir gen eklenerek üretilmiş yeni tohumların bundan 30-40 yıl sonra insan sağlığı ve doğal yaşam üzerinde bırakacağı etkileri bugün hiç kimse bilmiyor. Ayrıca tohumların yine büyük şirketler tarafından patentlenerek kendi elleri altında oluşturdukları tekelin insanlığın yakın gelecekte karşılaşacağı kıtlık gibi durumlarda ortaya çıkaracağı sorunlar aşikardır. Türkiye'de patent meselesi hakkında şimdilik bir ses soluk yok fakat Kanada, ABD ve Hindistan'da milyonlarca dolarlık davalar görüldü ve tabii büyük kartellerin avukat orduları sahipsiz çiftçileri, birkaç örnek dışında, kolayca alt ettiler. Bu noktada ata tohumlarının önemi ortaya çıkıyor.
"Yeni tohumlar olmazsa bu kadar nüfusu besleyemeyiz" iddiası da bir safsatadan ibaret. FAO'nun istatistikler üzerindeki ayak oyunlarında rağmen diğer bazı araştırmalarda dünyada üretilen yiyeceğin %70'i tarım alanlarının %30'unda çalışan aile işletmelerinde üretildiği ortaya konmuş durumda. Bir de bu araştırmalarda suni gübre ve diğer besleyicilerin verime olan etkisi göz ardı edilmiş. Bunların masrafı da bu tabloya eklendiğinde sanayi tipi konvensiyonel tarımın maliyeti tamamen tartışmalı hale gelecektir. Kaldı ki doğaya ve toprağa verilen zararın onyıllar belki de yüzyıllar boyunca giderilememesi de hesaba katılmıyor.
Yapılması gereken toprağı çiftçi kendi elindeki maddelerle zenginleştirmeli, bulunduğu bölgenin iklim ve hava koşullarına uygun tohumu seçmeli, tohumun verimini elindeki imkanlar dahilinde (uluslararası şirketlerin sağladığı ilaç, gübre vs ile değil) arttırmaya çalışmalı ve ıslah etmelidir. Elbette bu tek tek çiftçileri aşan çok büyük bir mesele. Bugünkü bürokrasinin hâli ortada. En geçerli görünen çözüm çiftçilerin bilinçli topluluklar halinde örgütlenmesidir. Devletten iyileştirme yönünde hareket beklemek boşunadır. Yoksa daha Osmanlı'nın son dönemlerinden beri süre gelen aynı döngüyü yaşamaya devam edeceğiz.